Dönülmez Akşamın Ufkunda Bir Soru: Yoksa Batı Batıyor Mu?

Hiçbir şey kalıcı değildir; değişimin evrensel yasası, Batı’nın küresel hegemonyası için de geçerlidir. Fukuyama’nın Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte ilan ettiği “tarihin sonu” tezinin aksine, yeni yüzyıl Batı hegemonyasının sorgulandığı, hatta bir kimlik ve güç kriziyle karşı karşıya kaldığı bir dönem olarak öne çıkar. Bu durum, Batı’nın küresel belirleyiciliğinin önemli ölçüde gerilediğini tartışan birçok eserin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Giovanni Arrighi “Uzun Yirminci Yüzyıl” kitabında Batı’nın dünya sistemi üzerindeki hâkimiyetinin zayıfladığını ve belki de fazlasıyla uzun sürmüş bu sürecin özellikle Doğu Asya’nın yükselişiyle daha belirgin hale geldiğini vurgular.

Benzer şekilde, Immanuel Wallerstein ‘Modern Dünya Sistemi’ kitabında Batı hegemonyası altındaki modern dünya sisteminin, yükselen yeni güçlerin ekonomik ve siyasi potansiyellerinin artmasıyla birlikte sarsıldığını ifade eder. Niall Ferguson ise ‘Uygarlık: Batı ve Ötekiler’ kitabında Batı’nın yükseliş ve çöküşünün tarihin döngüsel bir özelliği olduğunu belirterek, vaktiyle ötekiler gibi Batı’nın da gerilemeye girmesinin kaçınılmaz olduğunu savunur. Bu çözülmenin sadece ekonomik ve siyasi düzlemde değil ama kültürel ve ideolojik boyutta da yaşanması kaçınılmazdır. Amin Maalouf “Uygarlıkların Batışı” kitabında Batı’nın ahlaki inandırıcılığını kaybettiğini ve bunun batmakta olan bir uygarlığın krizi olduğunu ileri sürer. Bu çerçevede ekonomik üstünlük, askeri tahakküm ve kültürel egemenlik alanlarında yaşanan söz konusu aşınmanın, “Batı batıyor mu ?” sorusunu tartışmaya açması kaçınılmazdır. Ancak, Batı’nın günümüzde karşı karşıya olduğu bu meydan okumaları daha iyi kavrayabilmek için, öncelikle onun tarihsel yükselişini mümkün kılan temel dinamikleri analiz etmek gerekir.

Tarihsel olarak Avrupa’daki siyasi parçalanmanın yarattığı rekabet ortamı teknolojik ve ekonomik gelişimi tetiklemiş; bilimsel devrim, evrenin ve doğanın anlaşılmasına yönelik yeni bakış açıları geliştirerek teknolojik ilerlemeye ve keşiflere zemin hazırlamış; hukukun üstünlüğü ilkesi, bireysel hakları koruyarak ekonomik istikrarı sağlayacak yatırımları ve ticareti teşvik etmiş; tıbbi alandaki gelişmeler, hastalıklarla mücadelede önemli adımlar atılmasını sağlayarak nüfus artışına ve yaşam süresinin uzamasına katkıda bulunmuş; tüketim kültürünün gelişimi yeni ürünlerin üretilmesini sağlayarak ekonomik büyümeyi hızlandırmış ve nihayetinde Protestan ahlakın etkisiyle ortaya çıkan çalışma etiği, insanların daha çok çalışmasına ve üretmesine yol açarak ekonomik kalkınmaya katkı sağlamıştır. Bu altı faktör, Batı’nın küresel hegemonyasını inşa etmesinde önemli bir rol oynamış olsa da, kendi iç çelişkileri ve sorunlarını da beraberinde getirmiştir.

Zamanla hegemonyanın zayıflamasına sebep olan bu çelişkiler, kaçınılmaz bir gerilemeyi doğurmuştur. Önceleri bir dinamizm unsuru olan siyasal rekabet; kaynakların kontrolü için yaşanan kanlı mücadeleler, sömürgeci kolonizasyon, emperyalist genişlemecilik ve nihayetinde dünya savaşları aracılığı ile dönüştürücü enerjisini yitirmiştir. Neoliberal felsefenin sosyal-darwinist kökleri ve merkezden çevreye kayıtsızca aktarılan negatif dışsallıklar, hegemonik kurumlara olan güvensizliği artırmıştır. Vaktiyle bilimsel ilerleme doğaya hükmetme arzusunun dışa vurumu olurken, nihayetinde insan üzerinde teknik-teknolojik bir tahakkümün doğmasına vesile kılınmıştır. Bilimin araçsallaştırılması, özünde tarafsız ve objektif olması gereken bilme eylemini siyasi, ekonomik ve ideolojik çıkarlara alet etmiştir. Böylece bilime duyulan güven zedelenirken, yanlı ve yanlış politikaların bilimsel bir kılıf altında sunulması, bilgiye atfedilen değeri aşındırmıştır. Nükleer ve biyoteknoloji alanlarında yapılan araştırmaların yarattığı etik kaygılar, insanlığın sonu tartışmalarını körüklerken, bilimsel gelişmelerin kontrolsüz ilerleyişinin doğurduğu distopik gelecek senaryoları, bilim ve teknolojiye olan güvenin daha da sarsılmasına sebep olmuştur.

Bilimsel bilginin ve teknolojik kapasitenin, insanlığın refah ve huzurunu temin etmek yerine; savaş, yıkım ve eşitsizlik gibi sonuçlar doğurması nihayetinde cehaletin tahkimine yönelik küresel bir vurdumduymazlığın ortaya çıkışına imkân tanımıştır. Nedenselliğin objektif tespiti demek olan bilimsel bilgi bu suretle mevzi kaybederken, hakkaniyetin objektif tespiti demek olan hukukun üstünlüğü ilkesinin bu çelişkilerden azade kalması da mümkün olamamıştır. Hukuk benzer bir biçimde araçsallaştırılırken, hâkim sınıfların çıkarlarını koruyan bir aygıta dönüşmüştür. Başkan Gerald Ford selefi Richard Nixon’ı Watergate skandalındaki rolü nedeniyle affederken veya George H.W. Bush yargılanan eski Savunma Bakanı Caspar Weinberger’i ve diğer yetkilileri affederken, bir şekilde adaleti umursamadıkları ortadadır. Joe Biden’ın, vergi kaçakçılığı ve ateşli silah bulundurmaktan mahkûm olan oğlunu affetmesini eleştiren Donald Trump’ın, FBI soruşturmasında yalan söylediğini itiraf eden eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn’i affetmesi de pek şaşırtıcı kaçmamaktadır.

Benzer şekilde, George W. Bush’un yalan yere yemin eden eski istihbarat görevlisi Scooter Libby’yi, Bill Clinton’ın ise vergi kaçakçılığından hüküm giyen Demokrat Partili iş insanı Marc Rich’i affetmesi, siyaset sahnesindeki benzer dinamiklerin en üst düzeyde tekrarından ibarettir. Hukukun siyasallaşmasıyla birlikte oluşan gizli arka kapılar, vergi suistimalleri ve lobiciliği destekleyen bir çifte standart düzenine yol verirken, nihayetinde hukuku adaleti tesis eden bir araç olmaktan ziyade, güç ilişkilerini meşrulaştıran bir mekanizmaya dönüştürmüştür. Hepsinden kötüsü milyonlarca hayata mal olacak şekilde uluslararası hukuk, tutarsız bir söylem ve uygulamaya indirgenerek, küresel adaletin tesisinde aciz bırakılmıştır. Latin Amerika, Asya ve Ortadoğu’da bölgesel istikrarsızlıklara ve çatışmalara katkıda bulunan Amerikan müdahaleciliğinin yol açtığı yıkımın etkileri hala sürmektedir. Batı, bir yandan dünya halklarına yıkım getirirken, diğer yandan tıbbi alandaki ilerlemelerle kendi nüfusunun yaşam standartlarını yükseltmiştir. Batı’nın yükselişine hizmet eden bir faktör olarak tıbbi gelişmeler, işgücü ve askeri kapasiteyi güçlendirmek suretiyle toplumu dönüştürürken, uzun vadede yaşlanan nüfus problemiyle de sistemi karşı karşıya bırakmıştır. Zira BM verilerine göre, 2050’de Avrupa nüfusunun %30’u 65 yaş üstü bireylerden oluşacaktır.

Batı’nın üretim ve mühendislik merkezi olan Almanya’da çalışma çağındaki nüfus 2035’e kadar 10 milyon azalacaktır. ABD’de bile, göçmenler olmadan nüfus artışının negatife düşmesi beklenirken, kendisini ülkenin asıl sahibi sayan beyaz nüfusun 2045 itibariyle azınlığa düşmesi beklenmektedir. Nihayetinde yaşlanan nüfus, emeklilik maliyetlerini arttırırken, Fransa’da emeklilik harcamaları GSYİH’nin %14’ünü, İtalya’da %16’sını bulmaktadır. Bir taraftan sosyal güvenlik sisteminin doğal sınırları zorlanırken, diğer taraftan eşitsiz erişim ve maliyetler nedeniyle sağlık politikaları kıyasıya eleştirilmektedir. Kuzey Avrupa’da 85 yaş üstü hastaların yoğun bakımdan dışlanması, yaşamın değerinin yaşa göre ölçülmesi gibi bir etik sorunu gündeme getirir. Resmi yaş sınırları olmasa da, klinik kılavuzlar ve kaynak tahsisi protokolleri nedeniyle yaşlı hastaların kemoterapi veya yoğun bakım erişiminin kısıtlandığına sıkça şahit olunmaktadır. Ekonomizmin yaşamın her alanına dayatıldığı, hatta yaşam hakkına dahi ‘fayda-maliyet’ denklemiyle bakıldığı bir durum, hiç şüphesiz ki derin bir sorgulama gerektirir. Bu sorgulama, kapitalizmin dolayısıyla Batı’nın yükselişinde önemli bir rol oynayan tüketim kültürü olgusunu da kapsar.

Başlangıçta ekonomik büyüme ve sanayileşmeyi hızlandıran bu olgu, zamanla aşırı tüketime dönüşerek hedonist bir kültür yaratmış, refah nesillerini kendi konfor alanına hapseden bir anlam boşluğuna dönüşmüştür. Tüketimi bir varoluş biçimi gören, tüketmek için çalışan, tüketim kültürünün tetiklediği bireyselci yaşama hapsolmuş ve nihayetinde yalnızlığını gidermek için daha çok mal ve hizmet ile kendisini sarmalamak zorunda kalan bireyin, bu kısır döngünün kaçınılmaz sonuçlarıyla yüzleşmesi gerekir. Tüketim odaklı yaşam tarzının yarattığı anlam boşluğu, bireylerin mutsuzluğuna, tatminsizliğine ve toplumsal yabancılaşmasına katkıda bulunurken, sürdürülemez bu düzen sadece doğal kaynakları tüketmekle kalmayıp aynı zamanda beşeri kaynakların ruhsal tükenişine de yol açmaktadır. Batı’nın karşı karşıya olduğu kriz, sadece ekonomik ve siyasi değil, aynı zamanda kültürel ve ahlaki bir krizdir. Bu temelde psikolojik sorunlar, ilaçla tedaviye indirgenirken, bireysel mutsuzluk biyomediikalize edilmekte, böylece toplum bir ‘prozac toplumu’na dönüştürülmektedir. Bu kavram, Batı’nın refah ve özgürlük vaatlerine rağmen varoluşsal boşluk, yalnızlık ve anlam kriziyle nasıl bir mücadele vermek zorunda olduğunu anlatan, yazar Elizabeth Wurtzel’in 1994 tarihli -aynı adlı- otobiyografik kitabı ile popülerlik kazanmıştır. Yazar, kapitalist sistemin ürettiği anlam kaybının farmakolojik bir perdeyle örtülmesini anlatmaktadır. Zira Dünya Sağlık Örgütü(WHO) verilerine göre Batı ülkelerinde her 5 kişiden 1’i yaşamı boyunca depresyon ile mücadele etmektedir.

2023 itibariyle ABD’de yetişkinlerin %21’i (52 milyon) bir ruh sağlığı sorunu yaşarken, 2022 OECD verilerine göre Avrupa’da her yıl 84 milyon kişiye anksiyete veya depresyon tanısı konulmaktadır. ABD’de antidepresan kullanımı 2000-2020 arasında %65 artış gösterirken, İngiltere’de her 8 yetişkinden 1’i antidepresan kullanmaktadır. OECD ülkelerinde antidepresan tüketiminin kişi başı 70 dozu aştığı düşünülürse rakamlar ürkütücüdür. İntihar oranları, özellikle genç yetişkinler arasında endişe verici düzeyde seyrederken, 15-29 yaş arasındaki gençlerin ölüm nedenleri arasında intihar ikinci sırada yer almaktadır. ABD’de, 2000 -2022 yılları arasında 15-24 yaş arasındaki gençlerin intihar oranı %58 artarken, sadece 2022 yılında 80.000’den fazla insan aşırı doz nedeniyle hayatını kaybetmektedir. Bu durum, varoluşsal bir acıyı dindirme arayışının, toplumsal bir çöküşe dönüşünün en çarpıcı göstergesidir. Benzer biçimde Fransa’da her gün 28 kişi intihar etmektedir. Bir refah bölgesi olan İskandinavya’nın bu konudaki kötü şöhreti artık bir intihar kültürüne karşılık gelmektedir. Bu durum, refahın tek başına mutluluğu garanti etmediğini gösterirken; yalnızlık, sosyal izolasyon ve anlam krizi intihar oranlarını etkileyen en önemli unsurlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira bu ülkelerde refah seviyesi yüksek olmasına rağmen intihar oranlarının yüksek olması, “mutluluk paradoksu” olarak adlandırılır.

Artan gelire rağmen mutluluğun artmaması, materyalist temelde bir paradokstur. Bu noktada mutluluk endekslerinde en üst sırada yer alan ülkelerin yine Batı ülkeleri olmasını bir çelişki olarak görmemek gerekir. Zira OECD raporlarına göre ‘mutluluk endeksi’ son 10 yılda %15-20 arası bir düşüş göstermektedir. Mutluluğun sübjektif bir deneyim olması, farklı coğrafyalarda farklı anlam kürelerine evrilmesi verilerin güvenilirliğini ayrıca tartışmalı kılmaktadır. Diğer taraftan yaygın anti-depresan kullanımı sayesinde toplumsal düzeyde sentetik bir iyi oluş halinin yaratılması bir diğer eleştiri kaynağıdır. Dolayısıyla veri mutluluk seviyesinin ruhsal manada bir kararlı denge durumunu temsil edip etmediği, olası bir dışsal faktör neticesinde ne oranda korunabilir olduğu da bir diğer soru işareti olmaktadır. Yani hâlihazırdaki refahın doğal bir neticesi olarak toplumun nokta-zamanda (yeri geldiğinde bir anti-depresan desteği ile) mutlu tutulmasından daha ziyade; bireylerin şartlar bir anda tersine döndüğünde(kriz-felaket-salgın-savaş vb. durumlarda), yani akan-zaman içinde ortalama mutluluk seviyelerini koruyup koruyamadığı meselenin esasını teşkil etmektedir. Dolayısıyla mutluluğun dışsal dinamiklerin mi yoksa içsel dinamiklerin mi bir neticesi olduğu sorunsalı üzerinde durmak gerekir. Şahsen de tanımak fırsatına eriştiğim, Rotterdam Erasmus Üniversitesinin kıymetli Profesörü, aynı zamanda ‘Dünya Mutluluk Veritabanı’ direktörü, alanında öncü ‘Conditions of Happiness’(1984) ve ‘Happiness in Nations’(1993) kitaplarının yazarı Ruut Veenhoven’ın geçirdiği rahatsızlığın bir sonrakini aşamasını kabullenemeyip yaşamına son veriyor olması, söz edilen mutluluğun içsel bir denge hali olmaktan ziyade dışsal koşulların bir neticesi olduğu tezini güçlendirmektedir. Bu da mutluluk değil ama toplumların olgunluk seviyelerinin ölçüm gerekliliğini karşımıza çıkarır. Olgunluk; en basit manada olanı olduğu üzere kabul edebilme, kendisiyle üretken bir şekilde zaman geçirebilme, gerektiğinde yalnızlıkta huzur bulabilme ve değişen şartlardan bağımsız olarak kendini hoş tutabilme kabiliyeti olarak tasvir edildiğinde, nihayetinde tartışma esaslı bir eksene oturmuş olur. Bu temelde, İngiltere’de 2018 yılında, Japonya’da 2021 yılında kurulan ‘Yalnızlık Bakanlığı’nın yalnızlık sorununa odaklanan ilk ulusal düzeydeki yapılanmalar olduğu ifade edilmelidir. İngiltere’de 9 milyon kişi kronik yalnızlık yaşamaktadır.

İsveç’te 18-24 yaş arası gençlerin %32’si kronik yalnızlık hissetmektedir. Araştırmalar ABD’de yetişkinlerin %61’inin kendisini yalnız hissettiği ifade ederken, sosyal izolasyon ve yalnızlık bir halk sağlığı krizi olarak tanımlanmaktadır. Nihayetinde, Batı medeniyetinin materyalist-hedonist köklerinin kendi içsel çelişkilerinin bir neticesi olarak ortaya çıkan toplumsal sorunların psikolojik patolojilere indirgenerek kök sebeplerin perdelenmesi, Batı insanı için bilişsel bir yanılsamaya karşılık gelmektedir. Bu temelde Batı medeniyetinin akılcılık, bireysel özgürlük ve refah vaatleriyle tarihsel yükselişini gerçekleştirdiği gözönüne alındığında, varılan noktanın paradoksal bir akıl tutulmasına karşılık geldiği ortadadır. Batı insanı, açılmamış kanatlarının büyüklüğünü asla bilemeyeceği telkiniyle kendi kaderinin efendisi olmaya zorlanırken, sürekli bir kaygı durumu ve kronik yetersizlik duygusuna sürüklenmiştir. Byung-Chul Han’ın ‘Yorgunluk Toplumu’nda vurguladığı üzere, Batı insanı – emperyalist tarihinin bir cilvesi midir bilinmez- başarılı olma zorunluluğu altında nihayetinde kendi kendini sömürmeye girişmiştir. Ne özgürlüğün, ne de refahın insanı mutluluğa ulaştırmaya yetmediği bu tabloda, asıl eksikliğin anlam olduğu ortadadır.

Ahlaki göreliliğin artıp, kolektif bir amaç eksikliğinin hüküm sürdüğü bu ortamda, toplumun kendisini gelecek yarınlar için yeniden üretmesi demek olan doğurganlık oranlarının da sıra dışı bir düşüş göstermesine şaşmamak gerekir. Zira bugününe ve nihayetinde yaşama bir anlam veremeyenlerin, anlamlı bir gelecek üretme sevdasından da uzak durması kaçınılmazdır. Ancak bu eksikliğin, maddi tatminlerin sonsuz döngüsüne eklemlenerek değil ama bireyin kendini, toplumu ve evreni yeniden keşfetmesiyle giderilebileceği ortadadır. Bu keşif, anlamlı ilişkiler kurmayı, toplumsal sorumluluklar üstlenmeyi ve varolan herşey ile uyumlu bir yaşamı zorunlu kılmaktadır. Batı’nın geleceği, bireysel tatmini aşan, evrensel değerlere dayanan yeni bir paradigma yaratmasına bağlıdır. Bu paradigmanın toplumsal bağları güçlendirecek, insanı araçsallaştırmaktan uzak, dayanışmacı bir ruha ihtiyaç duyduğu; estetik, ahlak ve maneviyata kamusal alanda yeniden değer kazandıracak, ötekisizleştirmeyen bir düşünce yapısına muhtaç olduğu ortadadır. Max Weber’in kapitalizmin yükselişiyle eşzamanlı olarak tespit ettiği, ‘Kapitalizmin Ruhu ve Protestan Ahlakı’ eserinde analiz ettiği benzer manevi dinamikler, uzun yüzyıllar boyunca çalışma disiplini, dayanışma, tasarruf ve sermaye birikimi aracılığı ile Batı’nın yükselişine zemin hazırlamıştır. Benzer bir ahlaki ve kültürel dönüşümün, günümüzde de Batı’nın yeniden yükselişi için kritik bir öneme sahip olduğu söylenebilir. Ancak bu dönüşümün, geçmişte olduğu gibi sadece ekonomik kazanımlara odaklanmak yerine; anlamlandırmaya, dayanışmaya ve evrensel olana öncelik vermesi gerekir. Bu noktada, bir gelişim faktörü olarak Protestan ahlakının içsel çelişkilerine değinmek gerekir.

Bireylerin dünyevi-ekonomik başarısını Tanrı’nın bir inayeti olarak değerlendiren bu yaklaşımın, nihayetinde ilahi kurtuluşu bu dünyada başarılı olmaya eşitleyen maddi indirgemeciliği, zenginlik ile gelen dünyevileşmeyi de kaçınılmazlaştırmıştır. Bu noktada pre-kapitalist evrede hala ticari faaliyetlere eşlik ettiği gözlemlenebilen ahlaki değerlerin, kapitalizmin kurumsal aşamaya geçmesi ile beraber neredeyse tümüyle tasfiye edildiğini söylemek gerekir. Modernite ile birlikte metafizik çağlar sona ererken, hayatın büyü bozumuna uğraması ardınca, ahlak ve ekonomi arasındaki dengeleyici bağ kopmuş; değerler araçsallaştırılmış ve piyasa dinamiklerinin ahlaki normların önüne geçtiği bir döneme girilmiştir. Kapitalist üretim ilişkilerinin dünyevi bir kar maksimizasyonu mantığına indirgenmesi, ahlaki ve toplumsal sorumluluğun yerini katı bireysel çıkarın aldığı bir süreci başlatmıştır. Bu dönüşüm, pre-kapitalistik evrede üretimi teşvik eden manevi değerlerin modernite ile tedricen tasfiye olup, kutsal bilinen ekonomik başarının artık sadece bireysel kazanç ve güç temerküzü ekseninde değer bulması demek olmaktadır.

Bu dinamik, çalışma etiğini, bireyin ruhsal ve toplumsal gelişimini gözeten bir denge unsuru olmaktan çıkartıp; sınırsız rekabet, tükenmişlik ve yabancılaşmayı tetikleyen bir faktöre dönüştürmüştür. Sonuç olarak, ele aldığımız söz konusu altı faktörün zamanla ortaya çıkan içsel çelişkilerinin, bireysel yabancılaşma ve toplumsal eşitsizlik gibi temel sorunlarda buluştuğu görülmektedir. İnsan-insan ve insan-toplum ilişkisine tekabül eden bu gerilim noktalarının, kapitalist dünya sisteminin uzun dalgaları bağlamında beklenen bir hegemonya devrine, diğer bir deyişle toplumlararası bir çatışmaya zemin hazırladığı söylenebilir. Zira ekonomik ve siyasi rekabetin arttığı, sınırlı kaynakların sınırsız ihtiraslarla paylaşılmaya çalışıldığı bir ortamda, küresel ayrışmanın artması ve büyük çaplı bir çatışmanın kaçınılmazlığı sıkça tekrarlanmaktadır. Bu süreçte Batı’nın hegemonik konumu, Pasifiğin yükselişi ve küresel güç dengelerinin değişimiyle beraber temelden sarsılmaktadır. Ancak bu sarsıntının, salt ekonomik veya jeopolitik bir kayma değil, aynı zamanda Batı’nın kurucu değerlerinin meşruiyet krizi olduğunu, yine bir medeniyet sorunsalı temelinde görmek gerekir.