Veri Egemenliği: Yeni Bir Kolonyalizm mi?

Küreselleşmenin ilk önemli dalgası 19.yüzyılda karşımıza çıkar. Buharlı gemiler, demiryolları ve telgraf, o güne kadar rastlanmamış genişlikte bir küresel ilişkiler ağı yaratır. Kitlesel üretim ile mal çoğalıp, uzmanlaşma ile ucuzlarken; oluşan arz fazlasını uzak diyarlara pazarlayacak bir serbest ticaret doktrininin de temelleri atılır. Laissez-faire, teoride mükemmelen işleyen bir serbest piyasa ideolojisine karşılık gelirken, Adam Smith ve David Ricardo gibi düşünürler, bu yaklaşımın yaldızlı çerçevesini oluşturur. Yüzyılın ortalarına doğru kâr oranlarındaki düşüş ve ekonomik durgunluk, laissez-faire ideolojisinin yetersizliğini ortaya koyarken, koloniler üzerinden Edward Gibbon Wakefield ve Robert John Wilmot-Horton ile tetiklenen yeni bir tartışma başlatılır. Kolonizasyon, piyasaları dengeleyici bir iktisat politikası çözümü olarak teklif edilirken, bu yeni tartışmanın odağında kolonilerin ekonomik rolü ve işgücü politikaları yer alır.

Wakefield’ın “sistematik kolonileşme” teorisi, verimli tarım arazilerinin ve yeterli işgücünün sağlanmasıyla kolonilerin metropol ekonomisine katkısını en üst düzeye çıkarmayı amaçlarken; Horton’ın planı, Britanya’daki yoksul nüfusun kolonilere göçünü teşvik ederek, hem metropoldeki sosyal sorunları çözmeyi hem de kolonilerde yeni pazarlar ve üretim alanları yaratmayı hedefler. Bu noktada, ilk yaklaşım sermaye yoğun, ikinci yaklaşım ise emek yoğun bir çözüm önerir. Nihayetinde, dönemin Klasik iktisatçıları arasında da geniş kabul gören Wakefield yaklaşımı, daha etkin ve uygulanabilir bulunurken, 19.yüzyıl küreselleşmesi kolonizasyon ve sömürgecilik politikalarının belirleyiciliği altında biçimlenir.
Bu süreçte, merkez ülkeler ile çevre ülkeler arasında eşitsiz-asimetrik bir ilişki kurulurken, sömürgecilik politikaları küreselleşmenin önemli bir payandası haline dönüşür. Merkez ülkeler, sanayileşmiş ekonomileriyle ürettikleri mamul malları sömürgelere ihraç ederken, sömürgelerden hammadde ve doğal kaynakları ucuza temin eder. Bu durum, merkezi zenginleştirirken çevrenin de bağımlılığını artırır. 19. yüzyıl küreselleşmesinin en çarpıcı tarihi örneklerinden biri olarak Afyon Savaşları, Britanya İmparatorluğu’nun Çin’i ekonomik ve siyasi olarak boyunduruk altına alma çabalarının bir sonucu olarak ortaya çıkarken, sadece ticaret yollarının açılması ve hammadde kaynaklarının ele geçirilmesiyle kalmamış, aynı zamanda sömürgeciliğin acımasız yüzünü de gözler önüne sermiştir. Milyonlarca insanın hayatına mal olan bu sömürgeci tecrübenin 19. yüzyılın karanlık bir hatırası olarak kaldığını düşünmek, günümüzdeki benzer dinamikleri görmezden gelmek anlamına gelir. Zira 19. yüzyılın sömürgecilik pratikleri, doğrudan askeri ve siyasi tahakküm yoluyla gerçekleşmişken, günümüzde çok daha rafine ve dolaylı işlemler yürürlüktedir. Veri egemenliği kavramı ve dijital teknolojiler işte bu zor tespit edilir kanallara karşılık gelir.

Shoshana Zuboff’un ‘gözetim kapitalizmi’ olarak adlandırdığı bu model, tercihlerimizi birer meta haline getirerek, küresel güç dengesini büyük teknoloji şirketleri lehine dönüştürür. Zuboff, ‘The Age Of Surveilance Capıtalism: The Fight For A Human Future At The New Frontier Of Power’ [Gözetim Kapitalizmi Çağı: Gücün Yeni Sınırında İnsanın Geleceği İçin Mücadele] kitabında bireylerin dijital deneyimlerinin gözetim kapitalizmi tarafından veri olarak toplanıp, tahmin ürünleri ve davranışsal pazarlar yaratma amacıyla kullanılmasıyla demokratik değerlerin ve bireysel mahremiyetin tehdit edildiğini ortaya koyar. Jaron Lanier’ın ‘You Are Not a Gadget’[Sen bir alet değilsin] adlı eseri, internet ve sosyal medyanın bireyleri birer ürüne indirgeyerek bireyselliği nasıl aşındırdığını anlatır. ‘Oracle illusion’[Kehanet yanılsaması] kavramı aracılığı ile Lanier, dijital içeriğin ve bilginin insan tarafından yaratılıp yazılmasına rağmen sanki otomatik ve nesnel bir otorite tarafından üretilmiş gibi algılanmaya başlandığına işaret eder. Böylece, süper insani karakter kazanan anonim içeriğin bireysel yaratımın yerini almasıyla birlikte, düşünsel bağımsızlığımızın tekelleşme sürecine girdiğini söyler. Lanier’in, yapay zekâ ve otomatik içerik üretim süreçlerini henüz tecrübe etmeden tespit ettiği süreçler, eserini kaleme aldığı 2015 standartlarında, bir erken uyarıya karşılık gelir. Diğer taraftan, Bruce Schneier ‘Data and Goliath: The Hidden Battles to Collect Your Data and Control Your World’[Veri ve Goliath: Verilerinizi Toplamak ve Dünyanızı Kontrol Etmek İçin Gizli Savaşlar] kitabında devletlerin ve şirketlerin veri toplama ve gözetleme faaliyetlerinin boyutlarını ve bireysel özgürlükler üzerindeki etkilerini ele alır. Schneier, kitabında ‘saklayacak bir şeyim yoksa o zaman korkacak birşeyim de yoktur’ düşüncesinin sakıncalarını anlatır. Zira mahremiyetin kaybı, yalnızca bireyleri etkilemekle kalmaz, aynı zamanda toplumun bütünü üzerinde yeni tehditler oluşturur. Ayrık olarak önemsiz gözüken tekil bilginin, küresel düzeyde otoritarizm ve sosyal kontrol uygulamaları için nasıl büyük bir güce dönüşebileceği ortadadır. Benzer şekilde Virginia Eubanks ‘Digital Dead End: Fighting for Social Justice in the Information Age’[Dijital Çıkmaz Sokak: Enformasyon Çağında Sosyal Adalet Mücadelesi] kitabında teknolojinin tarafsız olamadığını, toplumsal güç ilişkileri ve eşitsizlikler tarafından şekillenirken, nihayetinde bu eşitsizlikleri dezavantajlı sınıflar aleyhine olacak biçimde tekrar ürettiğini anlatır.
Tüm bu gelişmeler, küreselleşmenin yeni bir aşamasına işaret eder. Geçmişte sömürgecilik, merkez ülkelerin çevre ülkeler üzerindeki ekonomik ve siyasi tahakkümünü sağlayan bir mekanizma olarak işlerken, günümüzde veri egemenliği benzer bir rolü üstlenmektedir.

Veri, tıpkı geçmişte hammadde ve işgücü gibi, küresel kapitalizmin yeni sömürü aracı haline gelirken; merkez-çevre ilişkisinin yeniden şekillenmesine ve yeni bir sömürü düzeninin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. 2010 sonrası veri, küresel ekonominin en kritik üretim faktörlerinden biri olarak tanım bulurken, 2017 itibariyle dünyanın en değerli 10 şirketinden 6’sı veri odaklı olmaktadır. Veri, artık fiziki kaynaklardan bağımsız, ancak aynı derecede kıtlık yaratabilen, stratejik bir üstünlük kaynağı, yeni bir sermaye biçimi olarak işlem görmektedir. Zira her yeni üretim biçimi yeni bir değer yaratım mekanizması ile sahneye çıkarken; tarım ekonomisi toprak mülkiyetine, sanayi kapitalizmi fabrika üretimine, finans kapital türev piyasalara, dijital kapitalizm de veri birikimi ve algoritmik tahakküme yaslanmaktadır. Böylece merkez-çevre ilişkisini oluşturan tahakküm gücü, her yeni hegemonik dalgada yeni bir dinamik ile kendisini üretirken, dünya da artık sanayi ve ticaret üzerinden değil ama veri akışı ve dijital teknolojiler üzerinden şekillenir olmaktadır. Tıpkı 19. yüzyılda sınai üretim süreçlerinde olduğu gibi, bugün de merkez ülkeler veri işleme, yapay zekâ geliştirme ve dijital altyapı kontrolü alanında tekelleşmekte, çevre ülkeler de ham veri tedarikçisi konumuna itilmektedir. Böylece oluşturulan dijital bağımlılık ilişkileri merkez-çevre hiyerarşisini pekiştirirken, veri egemenliği yalnızca ekonomik bir olgu olmaktan çıkıp, siyasi ve sosyal tahakkümün modern bir tezahürüne dönüşmektedir. Dijital sömürgecilik olarak adlandırılan bu süreç, klasik sömürgecilikte olduğu gibi küresel eşitsizlikleri yeniden üretmekte, güç hiyerarşisini bu sefer yeni bir biçimde tahkim etmektedir. Sömürgeciliğin modern bir tezahürü olarak “veri kolonyalizmi” gündeme gelirken; veri, dijital çağın en stratejik kaynağı olarak, küresel eşitsizlikleri yeniden üreten bir hegemonya aracına dönüşmektedir. Afyon Savaşları’nda Britanya’nın Çin pazarına erişimi nasıl ekonomik tahakküm adına kritik bir önem taşıyorsa, bugün de ABD’nin hegemonyanın yeni temsilcisi olarak Çin merkezli bir uygulamayı -TikTok’u- yasaklama+devretme çabası, veri egemenliği mücadelesinde Batı’nın dijital emperyalizmi elinde tutma çabası olarak aynı önemi taşıyor olabilir. Tam da bu noktada, Batı’nın insan hakları ve uluslararası hukuk soslu söylemi ile gerçek politikaları arasındaki uçurum, hegemonyasının en bariz çelişkilerinden birini oluşturur. Zira TikTok algoritmasının, Gazze’deki insan hakları ihlalleri ve tescilli soykırım suçlarını diğer platformlara (Meta, X) kıyasla daha fazla öne çıkarması genç kullanıcılar arasında İsrail eleştirilerinin zemin bulmasına imkân sağlamakta, bu gelişme de pek tabi İsrail yanlısı lobilerin(AIPAC, ADL gibi) şiddetli tepkisine sebep olmaktadır.

Nihayetinde İsrail yanlısı Senatör Tom Cotton, TikTok CEO’sunu sorgularken, TikTok’un sahibi ByteDance şirketinin ABD merkezli bir şirketçe satın alınması için zorlayıcı yasal süreçler başlatılmaktadır. Resmi olarak ‘veri güvenliği’ ve ‘Çin casusluğu’ endişeleri ile açıklanan süreçlerin küresel bir hegemonya savaşının dijital yansımaları olduğu ortadadır. Bu çerçevede Çin’in ‘Büyük Güvenlik Duvarı’[Great Firewall of China] adlı kapsamlı internet sansür ve veri kontrol mekanizması ile dijital egemenliğini inşa etmeye çalıştığı görülmektedir. Google, Facebook, Instagram ve Youtube gibi platformlar yerine WeChat, Weibo ve Baidu gibi yerli platformları teşvik eden Çin hükümetinin, ‘dijital milliyetçiliğe’ karşılık gelen ‘veri kıskançlığı’ belki 10 yıl önce değil ama bugün çok daha anlaşılır durumdadır. Zira bugün veri mahremiyeti sadece devletlerarası küresel güç mücadelesi açısından değil, aynı zamanda bireylerin ve sivil toplumun da yüksek farkındalık göstermeye başladığı bir alana dönüşmüştür. Avrupa Birliği bu hassasiyetlerle, Genel Veri Koruma Tüzüğü (GDPR – General Data Protection Regulation) ile bireysel veri haklarını koruma altına alan en sıkı yasal düzenlemelerden birini yürürlüğe koymuştur. Avrupa Birliği’nin geliştirdiği Genel Veri Koruma Tüzüğü (GDPR), veri egemenliği konusunda farklı bir model sunmaktadır. GDPR, Meta, Google ve Amazon gibi büyük teknoloji şirketlerinin bireysel kullanıcı verilerini sömürmesine karşı bir düzenleme olarak öne çıkarken, Batı’nın kendi içindeki dijital kapitalizmi dizginleme girişimi olarak okunabilir. Veri, bir meta olarak değil, bireyin temel hakkı olarak tanımlanırken, AB’nin dijital hegemonyasını korumaya çalıştığı görülmektedir. Yani veri kolonizasyonunun sadece ABD veya Çin eksenli olmadığı, Avrupa’nın da kendi çıkarlarını korumaya çalıştığı anlaşılmaktadır.

Cambridge Analytica vakası ile Amerikan seçimlerinin manipüle edilmesi, Google’ın arama verilerini ticari algoritmalar için araçsallaştırması, Myanmar’daki Rohingya Müslümanlarına karşı nefret söylemi ve dezenformasyonun Facebook aracılığı ile yayılması ya da Rusya’nın Amerika’da ırkçılığı tetiklemek için sosyal medyayı kullanması göz önüne alındığında tehlikenin sadece ekonomik temelli olmadığı görülür. Sonuç olarak, yapay zekâ çağında kapitalizm, veri ve teknolojik tahakküm üzerinden yeni bir küresel düzen inşa etmektedir. Bu düzen, ancak toplumsal farkındalığın ve alternatif modellerin geliştirilmesi ile sınırlandırılabilir. Aksi takdirde, veri ekonomisinin yaratacağı tekelleşme, maddi eşitsizliklerin ötesinde, daha önce hayal bile edilememiş olan bir bilişsel tahakkümün aracı olacaktır. Bu sebeple, veri egemenliği tartışmalarını sadece ekonomik boyutuyla değil ama aynı zamanda ahlaki, hukuki ve siyasi boyutlarıyla da derinlemesine ele almak ve ulusal egemenlik haklarını da koruyarak küresel düzeyde adil ve kapsayıcı bir dijital düzen kurmak için farkındalığı yüksek bir mücadeleye girişmek gerekmektedir.